SANRI
İngiliz Burnu’nda Foça’nın
serin ve sakin bir yaz sabahı. Sakin şehir ünvanını alsa da birazdan insan
kirliliğinin doğal güzellikleri ve huzuru pervasızca talanı başlamak üzere.
Çevredeki çadır ve
karavanlarda hareketlenme yokken sabahın sakinliğinin keyfini çıkarmak için
yürüyüşe çıkan adam, elinde baston gibi tuttuğu bir dal parçasıyla deniz
kenarındaki patikadan burnun ucundaki kumsala doğru ilerledi. Ara sıra yaptığı
bu yürüyüşlerle, kafasındaki düşüncelerden uzaklaşıp, dikkatini doğaya vererek mutsuzluğunu
azaltabiliyordu. Ama o gün yürüyüş sırasında, yamaçtaki çitlembik ağacının
altında, elinde bir kupa ve kitabıyla oturmuş kadını fark etti. Kadın açık mavi yazlık salaş bir pantolon ve
beyaz şile bezi bluzuyla, manzaranın doğal bir parçasıymışçasına, sırtın ağaca
yaslamış, huzur depolar gibiydi.
Uzaktan gelen dalgaların
sesine, hafif poyrazın oynaştırdığı yaprakların katılmasıyla oluşan sabah
müziğini, bir Foça kerkenezinin çığlığı bölünce; kadın, saçlarını eliyle omuzlarına attı ve gözlerini okuduğu kitaptan
kaldırıp çevresine bakındı. Sabahın bakir ışıklarının aydınlattığı yüzünde bir
su perisi güzelliği vardı. Okuduğu ya da
yaşadığı huzuru yansıtan o yüz, aşksız
yılların susuzluğunu giderircesine havaya karışınca, Orak Adası’nın kayalıklarında
sirenlerin büyülü rapsodisi başladı. Bu görkemli manzarada fazla olduğunu düşünen
adam kımıldayamadan olduğu yerde kaldı.
Bir başkasının varlığını
hisseden kadın yavaşca dönüp ona baktı. Günü aydınlatan gözleri günaydın der
gibiydi. Günaydın demek ve el sallamak isterken
elini kaldırmaya çalışan adam, önce
parmaklarında bir serinlik hissetti, ardından her yer karardı.
Gözlerini açarken, adam önce
yastığında kımıldayan elini gördü, sonra
da artık orada olmadığını. Yaşanmamışlıklar evrenine açılan kapı kapanmıştı.
Artık, bugünü de burada
geçirecekti.
7 Kasım 2024